Sultanahmet Meydanı'ndan, tramvay yolunu takip ederek yukarıya doğru yürüyorum. İstanbul'un yedi tepesinden biri olan semte geldiğimde, bölgeye adını veren bir sütun selamlıyor beni. 330 yılında İmparator Konstantin Bizans'ı Roma İmparatorluğunun başkenti yapmaya karar verdiğinde o günün anısına büyük bir sütun diktirmek istemiş. Roma'daki Apollon Tapınağı'ndan sökülüp getirilen sütunun üzerindeki Apollon heykeli yıkılıp yerine Konstantin'in heykeli yapılmıştır. Konstantin'in kendisini Apollon ile bir tutması Zeus'un hoşuna gitmemiş olsa gerek ki, sütunun üzerine büyük bir yıldırım düşerek heykel kül olmuş ve sütun büyük hasar almış.
1080'li yıllarda Aleksios Komnenos sütunu restore ettirip, üzerine ise bu kez altından olduğu söylenen bir haç koydurmuş. 1453 yılında Fatih İstanbul'u aldıktan sonra Roma'dan Kostantin'e gelen bu manidar sütunun hayatı iyice hareketlenmiştir. Fatih, döneminde hemen sütunun tepesinde yer alan haçı indirmiş.1779'daki büyük depremde ise sütun isten simsiyah olmuş ve böylelikle halk ona "Yanık Sütun" demeye başlamış. Yangından sonra sütunun etrafı çemberlerle sağlamlaştırılmak istenmiş tabii bu çemberlerin sütuna dokunuşuyla hem sütunun hem de semtin adı zihinlerde belirmiş oldu. Sütunun gizemli yanı ise altında yer alan hücrelerde ne olduğu. Rivayetlere göre sütunun altında Hz. İsa'nın çarmıha gerilirken kullanılan haçın, el ve ayağına çakılan çivilerin bu hücrelerde yer aldığı söyleniyor. Konstantin'in annesi Helena tarafından Kudüs'ten getirilen bir takım kutsal emanetlerin yine bu hücrelere koyulduğu biliniyor. Konuyla ilgili olarak Vatikan İstanbul Temsilcisi Georges Marovitch, "Roma'da ve Kudüs'te de Kutsal Haç Kilisesi vardır ve bu haçın bazı parçaları da burada sergilenir. Haçın parçalarının İstanbul'a getirilip, Çemberlitaş'ın altına gömüldüğüne de inanırız." şeklinde görüşünü belirtmiş.
Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u tamamen ele geçirmeye karar verdiği zaman I. Beyazıt'ın yaptırdığı Anadolu Hisarı'nın tam karşısına Rumeli Hisarı'nı inşa ettirmeye başlamış. 1000 usta ve 2000 işçinin çalıştığı inşaat, büyük bir hızla dört ay gibi kısa bir sürede tamamlanmış. Bu bende bir hayranlık uyandırırken, asıl hayranlık uyandıran husus ise yapıya tepeden baktığımızda Arap harfleri ile "Muhammed" adının okunması oldu. Aslına bakarsak harflerin silüeti hafif belirgin fakat ben pek kafamda oturtamadım.
Mimar, Müslihiddin önderliğinde gerçekleşen inşaatta padişah büyük rol üstlenmiş. Deniz açısından bakıldığında sağ bölümün sorumluluğunu Saruca Paşa, sol bölümün sorumluluğunu Zağanos Paşa, kıyıdaki kulenin sorumluluğunu ise Halil Paşa üstlenmiş. Kuleler yapımlarını denetleyen paşaların isimlerini taşımakta. Kalenin bir bölümü savaş esirleri için zindan olarak kullanılmış.
1509 yılımdaki depremde hasar görmüş olan yapı, 1746 yangınında ise ahşap bölümlerini yitirmiş. Sultan III.Selim yapıyı restore ettirmiş ancak XIX. yüzyıl itibariyle hisarın yıkılan yerlerine küçük ahşap evler inşa edip yerleşenler olmuş. 1953 yılında İstanbul'un fethinin 500. yıl kutlamaları için kalenin baştan aşağı onarımdan geçirilmesi kararı alınmış ve bu görevi üç kadın mimar üstlenmiş.
İstanbul Fatihi, surların içindeki sarnıcın üzerine bir de cami yaptırmış fakat günümüze sadece minaresi kalmış. Yapılan incelemelerde kalenin, daha eski binaların malzemesi kullanılarak yapıldığı anlaşılmış.Yapı bugün bulunduğu semte adını verirken, muhteşem manzarasıyla denize hakimiyetiyle bizleri büyülemekte.Geçtiğimiz yıllarda yapı içerisinde bir takım sanat etkinlikleri düzenlenmiş, şu anda ise çarşamba günü haricinde 09.00-18.00 saatleri arasında müze olarak faaliyet göstermekte.
Mimar Sinan, Şehzade Cami'nin tamamlanacağı yıllarda Kanuni Sultan Süleyman'ın Haseki Hürrem'den doğan kızı ve Rüstem Paşa'nın hanımı Mihrimah Sultan için de Üsküdar İskele Cami'ni yapmıştır. İki türbe,medrese, sıbyan mektebi, imaret, hamam, kervansaray ve çeşme ile birlikte külliye olarak yapılan cami mermer kitabesine göre 1547'de yapımına başlanmış ve aynı yıl içerisinde tamamlanmıştır.
Günümüze cami, türbeler, medrese, çeşme ve hamam yapıları ayakta kalmıştır.Dikdörtgen plana sahip olan yapı, kesme küfeki taşından yapılmıştır. 10 m. çapındaki orta kubbe üç taraftan yarım kubbelerle çevrilidir.Yarım kubbeler köşelere doğru mukarnas dolgulu ikişer eksedra (çeyrek kubbe) ile genişletilmiş, mihrap yarım kubbesinin iki yanına küçük köşe kubbeleri yerleştirilmiştir.
Avlunun yerini tutmak üzere önünü, ince sütunlar ve kemerler üzerine düz meyilli çatı ve çıtalı ahşap tavanla saçakvari çeviren sundurma çıkıntı yaparak şadırvanı da içine almaktadır, fakat bunun saçağı sonradandır. Yapıldığı zaman deniz kıyısında olduğundan revaklı avlu düşünülmemiş çift son cemaat yeri, ortadan ileri çıkıntı yapan mermer şebekelerle çevrili şadırvanı ile üç taraftan manzaraya açılmıştır.
Kahire Kalesi'nde Mısır Valisi Hadım Süleyman Paşa'nın 1528'de yaptırdığı üç yarım kubbeli cami, şadırvan avlusu ile birlikte bundan yirmi yıl kadar daha eski olmakla beraber, ileri doğru çıkıntı yapan mihrap bölümü yarım kubbesi ve diğer yarım kubbelerin alçak tutulması yüzünden, basık, sıkıntılı bir etki uyandırır. Bu camii görmediği halde, Mimar Sinan, bu plan şemasını toparlayıp geliştirerek denge sağlamış, geniş ve ferah bir mekan elde etmiştir.Girişin sağında sekiz porfir sütuna oturan geometrik şebekeli korkuluklarla çevrili hünkar mahfili bugün müezzinlere ayrılmıştır.
Mihrabın yakınında vaaz kürsüsü ağaç işçiliğinin güzel eserlerinden olup geometrik geçmeler yer yer fildişi, sedef kakmalarla zenginleştirilmiştir. Bugün sağlık merkezi olarak kullanılan medresede, dikdörtgen biçimindeki revaklı avlunun üç tarafında medrese odaları, doğu tarafında dershane vardır, sadece revaklı olan giriş tarafının kapısı iki türbe arasından geçen bir yolla caminin sundurmasına bağlanır.
Burmalı minare adı ile tanınan yapı, 1554'de ölen eski Mısır Kadısı Emin Nureddin Osman Efendi tarafından Mimar Sinan'a yaptırılmıştır. Yapının Fatih ilçesinin Vefa semtinde, Şehzade Cami'in dış avlusunun kuzey kapısının karşısında konumlandığı görmekteyiz. İki renkli taş örgülü duvarlara sahip olan mescit, dört ince sütun ve sivri kemerler üzerine kırmızı beyaz tuğla taş sıralarından bir son cemaat yeri ile sade dikdörtgen bir yapıdır.
En belirgin özelliği batı duvarına bitişik, taştan çok kenarlı bir kaide üzerinde yükselen spiral yivli tuğla minaresi olup İstanbul'da tek örnek halinde kalmıştır. Giriş kapısı basık kemerlerle çevrili olup etrafı pembe mermerlerle kuşatılmıştır. Kitabe yerini ise boş görmekteyiz.
*Fotoğraf bana ait değildir.
Mimar Sinan'ın "çıraklık eserimdir" diyerek tanımlamış olduğu yapıyı, Kanuni Sultan Süleyman Manisa'da 21 yaşında ölen çok sevdiği oğlu Şehzade Mehmet'in hatırasına yaptırmıştır. Yapım aşamasında Koca Sinan'ın 54 yaşında olduğunu bilmekteyiz. Camii ve yapı içerisine dahil olan türbe, medrese, imaret, tabhane, mektep, kervansaraydan oluşan külliye 951-955 (1544-1548) tarihleri arasında 4 yılda tamamlanmıştır.
Mimar Sinan Ayasofya ve Beyazıt Camii plan şemalarını bu yapıda aşarak, dört yarım kubbeli ideal bir merkezi yapı meydana getirmiş olup, Rönesans mimarlarının rüyasını gerçekleştirmiştir. Eserde Mimar Sinan'ın Bursa mimarisinin etkilerinden sıyrılarak, kendi üslubu ile yepyeni bir abidevi mimarinin yolunu açmıştır.
Caminin 38 m. kenarlı kare mekanı, dört paye üzerine 19 m. çapında bir kubbe, dört yarım kubbe ve köşelerde birer küçük kubbe ile örtülüdür. Yarım kubbeler, Diyarbakır Fatih Paşa Camiin'nde olduğu gibi ikişer eksedra (çeyrek kubbe) ile genişletilerek Ayasofya'nın, Beyazıt Camii'nde uygulanmayan, yarım kubbe eksedra sistemi İstanbul'da ilk defa değişik bir mimari üslupla burada değerlendirilmiştir.
Yapının içerisine baktığımızda, dış yanlara alınan mahfiller sayesinde mekanın daha fazla bir bütünlük kazandığını, ferah, hafif geniş bir alan belirdiğini görmekteyiz. Doğu ve batıdaki dış mahfiller kubbe ve çapraz tonoz ile örtülüdür. Mermerden yapılan endamlı minberin üzerinde gözümüze bir kitabe carpmakta olup, minber mukarnas ve geometrik şebekelerle süslenmiştir. Hünkar mahfilinin burada ilk defa kemerler üzerine yükseltilmiş ve daha sonra hep kemerli olarak yapılmıştır. Yapıya baktığımızda titizlikle işlenmiş olan süslemeler kendini belli ederken, Mimar Sinan'ın burada hiç çini süsleme kullanmadığını görmekteyiz.
Avluya geldiğimizde ise 24 penceresinin sivri kemerli alınlıkları, her biri ayrı örnekte , kırmızı taştan geometrik ve bitki süslemeleri ile dekorlandığını görürüz. 41.5 m. boyunda ölçülü bir yükseklikle iki şerefeli minareler avlu ile caminin birleştiği köşelerin dışında yer alır. Mimar Sinan, gerek bu iki minarede, gerek diğer mimari detaylarda oldukça bol süslemeye yer vermiş, ince detaylı korniş, friz, tepelikler ve renkli taşlarla dinamik ferah bir etki uyandırmıştır. Fakat sonraki eserlerinde daha az süslemelere yer verdiğini görürüz Mimar Sinan'ın. Sultan IV. Murat devrinde avlunun ortasına sekiz mermer sütun üzerine sivri kubbe örtülü bir şadırvan yapılmıştır.
*Şimdilik yayınlardaki fotoğraflar bana ait değildir.